Mahallemizde ki trafiğe kapalı yolda çocuklar tek kale maç yapıyorlardı, bir anda top yuvarlandı yuvarlandı ayağıma kadar geldi.
Hemen havaya girip topa gelişigüzel bir vuruş yaptım. Top adeta şahlanıp tek kale maçın yapıldığı kaleye uçarak gitti.
Minik kaleci neye uğradığını şaşırıp yediği golün farkına sonradan vardı. Karşı tarafın minik oyuncularının bana yaptıkları tezahürleri ile trafiğe kapalı yol üstündeki tek kale oynanan futbol maçından ayrılıp eve geldim.
Bizim çocukluğumuzda da maçlarımız boş araziler ya da mahalle aralarındaki asfaltsız yollarda olurdu. Toz toprak içinde saatlerce topun peşinden koşar, gâh yener gah yenilirdik. Kendimize göre kurallarımız vardı.
Bu kurallar ne FİFA’nın ne de futbol federasyonun kuralları idi. Bizim kuralarımızın kendimiz yaratmıştık.
İşte bu kurallarımız şöyleydi.
Çocukken kan, ter içerisinde kalana kadar top peşinde koşardık.
Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri topuyla oynatmazdı.
Şişman olan her zaman kaleci olurdu. (İstisnalar dışında)
İyi oynayan iki kişinin aynı takımda yer almamasına dikkat ederdik.
Takımlar kurulurken ilk oyuncuyu seçme hakkı, adam almayı iyi bilenindi.
Maç sırasında top insanın pek münasip olmayan bir tarafına gelirse herkes bir ağızdan`işe işe!` diye bağırırdık.
Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa, (abilerimizden gördüğümüz için) penaltı artistlik olsun diye boş kaleye ters şekilde topukla vururduk.
Sadece faul ciddiyse penaltıya karar verilirdi.
Maçların hayali kale direkleri arasını adımla sayar, olmaları gereken yerler iki taş ile işaretlerdik.
Para o zamanlar kolay bulunmadığından maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, “yaş mı, kuru mu “seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile kara verilirdi
Hava kararınca, anne-babamız çağırınca maç kesin biterdi.
Üç korner bir penaltıydı.(üç yanlış bir doğruyu götürür gibi)!!!
Topu patlatan parasını öder, patlak top ikiye kesilip kafaya takılırdı.
Taçtan kendi önüne atıp başlatılınca, taç değişirdi.
Maçı izleyen küçük bir grup varsa, penaltı olup olmadığına onlar karar verirdi, saygı vardı.
Top, oyun alanı içerisindeki herhangi bir arabanın altına kaçarsa büyük bir şevkle arabanın altına yatılıp top alınırdı. Topu ilk kim kaparsa o takımda başlardı.
Gol olduktan sonra eğer tartışmalar olursa ve golü yiyen takımın bir oyucusu golü kabullenirse rakip takım direk o kişiyi yüceltip “adamın gol diyor” diyerek golü alırdı. Golü kabullenen kişi de kaleye veya defansa alınırdı.
Varsa hakeme yapılan en dolu düzgün hakaret: “hakeme gözlük, eline de sözlük” dü.
Milli birlik ve beraberliğimiz mahalle maçlarında başlamıştır.
Önce maçlar yapılır…
Centilmenlik skora yansımazsa sopalar, taşlar konuşurdu.
Eğer top kime çarpıp çıkmışsa topun gittiği yer neresi olursa olsun koşa koşa gidip alırdı. Oyuna onlar başlardı.
Skor ne olursa olsun akşam saati yaklaştığında “Golü atan kazanır.” kuralı işlerdi.
Maçlardan sonra su sırasına girmek ayrı bir davaydı ve mutlaka koşa koşa gidilirdi. Genellikle yaşlı amca ve teyzeler, zemin katta oturanlar bu işin acımasız kurbanlarıydı.
Eğer kaleci dahil herkes çalımlamışsan; o top çizgiye kadar götürülür ya popo dürtmesi ya da yere yatıp kafa, burun, alın gibi vücut kısımlarının dürtmesi ile artistlik hareket yapılıp öyle gol atılırdı.
İşte bizim çocukluğumuzda futbol kurallarımızın bir kısmı bunlardı.
Şehirlerde boş arazi ve sokak aralarında sayısız arabaların kaldırımlara yollara park etmesinden dolayı maalesef çocuklar ne top oynayabiliyor ne de çocukluklarını yaşayabiliyor.
Bizim kuşak sokağın dilini çok iyi öğrendi tozunu yuttu ve doya doya top peşinde koşarak çocukluğunu yaşadı.
ALİ YILMAZ