Mahallemizin tek televizyon sahibi Kızılay ailesi çok kahrımızı çekmişti.
Sabahın köründe Muhammed Ali’nin boks maçları için üşenmeden gelip bizlere haber veren vefakâr ve cefakâr bir aileydi Kızılay ailesi…
Her şey o kadar doğaldı ki.
Evlerine davet etikleri bizleri henüz yatak yorganın bile toplanmadığı halde kabul ederlerdi.
Hatta evin reisi Süleyman Kızılay amca salondaki yatağından çıkmadan bizimle boks maçını yarı uyanık yarı horultular arasında izlerdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla çay servisi yapan Mükkerem teyze de az çekmedi bizden.
Kızılay ailesinin iki erkek bir kız çocuğu vardı.
Evin erkekleri Beşiktaş’ı, anne ve kızı Fenerbahçe taraftarıydı.
Mahallenin biz gençlerinden birçoğu Beşiktaşlıydı.
Boks maçında tek bir yürek olup Muhammed Ali’yi destekliyor olmamız bir sorun yaratmıyordu. Ama futbol maçında hep bir sıkıntı yaşıyorduk.
Yine bir hafta sonu Beşiktaş-Fenerbahçe maçı için Mükkerrem teyzenin evinin
etrafını kuşatmıştık.
Öyle canımızın her istediğimizde Mükkerem teyzenin eve girip televizyon izlemek mümkün olmuyordu.
Evin gençleriyle aynı yaşta ve okulda olduğum için ben biraz torpilliydim.
Bazı akşamlar film bile izleyebiliyordum.
Futbol maçlarında evin içi stat tribünü gibi oluyordu. Çok fazla sesimizi çıkaramıyorduk.
Çünkü, Mükkerem teyze evin tüm denetimini eline aldığı için tek söz sahibi oydu.
Mükkerem teyze evinin penceresi önünde maç günlerinde ciğer bekleyen kediler gibi dolaştığımızı gördüğünde maçın ilk on beş dakikasına kadar bizi içeriye almazdı.
Bizler de yarı açık pencerenin camından Fener-Beşiktaş maçını izlemeye çalışırdık.
Mükkerem teyze can çekişen zavallı durumumuza acımış olurdu.
Bir süre sonra evinin kapısını biz mahalle gençlerine ve çoluğa çocuğa açardı.
Arenada boğanın kapıdan içeriye salıverilmesi gibi birbirimizi ite kalka kendimizi evin içine atardık.
Salonun bir köşesinde yerlerimizi alırdık.
Bir anda evin havası değişirdi.
Mahallenin tüm çocukları ve gençleriyle içeri doluşunca bir gürültü olurdu ki değmeyin gitsin.
Mükkerrem teyzenin televizyona uzanan parmağıyla bir anada televizyon ekranı kararırdı. Tabi bizim hayallerimizde kararırdı.
Mükkerem teyze, “Bana bakın böyle bağırıp çağıracaksanız hepinizi kapı dışarı atarım ona göre.
Çıtınızı çıkarmadan maçı izleyeceksiniz” derdi.
Yediğimiz bu zılgıtla bir anda zaten sus pus olurduk. İyice kabuğumuza çekilirdik. Fenerbahçe-Beşiktaş maçının ilk yarısı sıfır sıfır bitmişti.
Maç arası on beş dakika reklamları büyük bir keyif ve iştahla seyrederdik.
İkinci yarı başladığında futbolcular ısınma hareketleriyle stadta bulunan amigoların karşısına geçip tribünleri canlandırmaya başlarlardı.
Bizler evin salonunda yerlere oturmuş sus pus vaziyette maçın başlamasını beklerdik. Nihayet maç başlardı.
İki takımda sahada fırtına gibiydi.
Maç arası taktik olarak hocaları ne dediyse futbolculara adeta sahanın her yerinde top koşturmaya rakip sahada tam pres uygulamaya başlamış olurdu. Tabi ilerleyen saatlerde kazanan taraf Beşiktaş olmuştu.
Fenerbahçe fileleri havalanınca biz de havalanıp bağırıp alkışlamaya başlamıştık.
Bu sevincimiz kursağımızda kalmıştı.
Çünkü Mükkerem teyze Fenerbahçeliydi.
Yenilen bir gol ile Mükkerrem teyzenin yüzü bir anda eski karakter rollerin baş tacı
sinema sanatçısı Aliye Rona’ya dönüşmüştü.
Mükkerem teyzenin televizyona uzanan parmağıyla çıt diye televizyonunun düğmesini kapanmıştı.
“Hadi bakalım bu kadar şamata yeter herkes evine.”
Oturduğumuz salonda Mükkerem teyzenin gözlerine bakarak, bir ümit ve sevinçle sürünerek kapıdan çıkmamaya çalışırken belki bir umutla bizi affeder diye bakınmıştık.
Ama maalesef ki, hayatın acımasız gerçeğiyle kendimizi kapının önünde ayakkabılarımız ararken bulmuştuk.
ALİ YILMAZ