Av sezonu 26 Ağustos’ta bıldırcın ve üveyikle açılacaktı. Eski dostlarla anızların sarı sıcağında buluşmak üzere bir hafta öncesinden Ankara’nın yolunu tuttum. Ankara’da sezona merhaba, deyip daha sonra Konya-Yunak’a geçecektim. Öyle de oldu.
Peki bizi böyle uzun ve zorlu mesafelere sürükleyen coşkunun kaynağı ne? Genetik devirle beslenen bu sosyolojik durumu kısa bir yazı dilimi içinde açıklamak elbette ki zor, yine de sohbet babında bir şeyleri paylaşabiliriz.
Balık avı serbest olduğunda balıkçıların coşkusu neyse, kara avcılığı açıldığında avcıların coşkusu da odur. Bu coşkunun doğada süregelen faaliyetine spor diyenler de var, iflah olmaz tutku diyenler de, hobi diyenler de, yasaklansın diyenler de… Aslında bizde bazı sportif ifadeler henüz oturmuş değil, örneğin futbol ve benzeri türler bir spor dalından ziyade bir oyundur. Buna rağmen futbolu bir spor türü olarak görenler var. Bana göre avcılık, öldürme gerçeğine rağmen, bireysel bir spordur. Zira atıcılık, okçuluk bir tür sporsa, içinde hem atıcılığı hem de zorlu doğa yürüyüşünü barındıran avcılık neden spor olmasın? Ne var ki öldürmeye dayalı bir etkinlik olduğu için duygusal bir yaklaşımla “spor” ifadesini avcılığa yakıştıramıyoruz. Duygusal bir yaklaşım, diyorum, çünkü marketlerden kırmızı et, beyaz et ve balık alırken aynı duygusallığı göstermiyoruz, bu da yaşamın gerçekliğiyle uyuşmuyor.
Avcılık insanlık tarihiyle günümüze miras kalan bir etkinliktir. Avcılık sayesinde modern insanın atası olan Homo Sapiens kendi türünü bugüne taşıyabilmiştir. Avcıların çoğunun “0” kan grubunda olması bir rastlantı değil, binlerce yıllık bir genetik uzantının sonucudur. Günümüzde avcılık aylak işi gibi kabul görse de gerçek durum böyle değildir. Birkaç yüz yıl öncesine kadar avcılık imtiyaz sahibi kimselerin yapabileceği bir etkinlikti. Örneğin tahta gelen her Osmanlı Padişahı aynı zamanda avcı olmak zorundaydı. Zaman içinde diğer koşullar gibi bu da değişti. Avlanma belgelerin, tüfeğin, köpeğin varsa sen bir avcısın. Önemli olan çevreyle uyum içinde sürdürülebilir bir avcılık kültürünün gelişmesi. Bunu en iyi becerenler Kızılderililerdi. Ne zaman ki Avrupalılar sahaya girdi, kıyım başladı.
Gelelim bıldırcına (coturnix coturnix)… Sülüngillerin en küçüğüdür. Genel de kuş türlerinin erkeği güzeldir, ne var ki bıldırcının dişisi ve erkeği birbirine çok benzer, gerdanındaki koyu lekeler olmasa erkeği ayırdetmek zordur. Yaz göçmeni olanlar ilkbaharda yurdumuza gelir, otlu alanlarda yere yaptığı yuvaya 8-14 yumurta yapar. Kuluçka dönemi 18-20 gündür ve yavrular 2 haftada uçar.
Bu kuşları neden anızlarda, tohumlu ve otlu yerlerde ararız? Çünkü bu kuşlar soğuk havalar ve yağışlar başlayınca Akdeniz’i aşarak sıcak ülkelere uçacaklardır. Buğday ve diğer tanelerle beslenip yağlanacaklar ki Akdeniz’i aşabilsinler. Yurt avcıları ilk aşamada bu yaz göçmeni kuşlarla karşılaşırlar, ardından kuzeyden Karadeniz’i aşıp gelen geçit kuşları gelir, bu kuşlarla karşılaşmak tamamen rastlantıya bağlıdır. Zira geçit kuşları yüksek tepelerde toplanıp kılavuzlar öncülüğünde bazı molalar vererek hedefe ulaşırlar. Bu yüzden sabit bir bölgeleri olmaz.
Gün ağarıyor, önce tepeler beliriyor, sonra ağaçlar, sonra tarlalar… Kazan avlaklarından birindeyiz. Ekibimiz hazırlanırken onları gözlüyorum. Fazla bir heyecanları yok, bu durum beni memnun ediyor. Bıldırcın avında kamuflaj giymek doğru değil ama, neyse ki şapka ve yeleklerde göze çarpan renkler var. Bıldırcın avı fazla efor isteyen bir av değil, ama riski fazla, avcı kolunda birbirine yakın yürüdüklerinden, ekiptekilerin birbirlerini ya da önde giden köpekleri vurma ihtimali yüksektir. Avcının sapma yapacak olan etek saçmalarının açısını iyi değerlendirmesi gerekir, aksi halde üzücü sonuçlar yaşanabilir.
Yürürken gözlerimi yerden ayıramıyorum. Sadece bıldırcın için değil, fosil için, zira Kazan bölgesi çok eski dönemlerde deniz tabanıydı. Belki de Kazan ismi, bu denizden karaya dönüşme sürecinin sonunda oluştu, kim bilir?
İşte ilk bıldırcınlar parladı. Tüfek sesleriyle yayılan barut kokusu… Heyecan ve adrenalin… Limiti, avcı başına 10 bıldırcın, dolduracak kadar kuş yok, üstelik çok da karavana atıyoruz, varsın atalım, karavana atan olmazsa, kime takılacağız, gırgır şamata, abartı olmazsa günün tadı olmaz. Ünlü yazar Hemingway’ın dediği gibi, “Ben kaçan veya uçan hayvanın peşinden sadece bir kez ateş ederim,” Evet, adil olan da bu. Ekiptekiler: Necmi, Mithat, Aydın, Avcı Dayı, Kadircan, hepsi de deneyimli avcılar… Tabi iyi bir atış yapılmadığında, sana doğru geldi atamadım, sen atasın diye bekledim, çok uzak kalktı, gibi bahaneler racon icabıdır, aman öyle olsun, etek saçmasının nereye çıvacağı belli olmaz.
Geçen yıl bıldırcının son günlerinde Sungurlu avlağında dostum Bahadır’la avlanmıştık. Biraz da yavru köpek Oskar’ı yetiştirmek için çabalıyorduk. Oskar fermasıyla harikalar yaratıyordu. Yine bir fermasında atışa hazırlandım ve atışı yaptım, fakat tetik düşürdüğüm anda büyük bir hata yaptığımı anladım, çünkü Oskar aniden atış çizgisine girmişti, onu vurabilirdim, neyse ki üzülecek bir durum olmadı. Dersimi aldım tabi, deneyimin ve öğrenmenin yaşı yok, avcının en zayıf tarafı heyecanıdır, bunu yenmek yıllar alabilir, bazen bir ömür boyu sürer.
Güneş yükselip köpeklerin dili susuzluktan bir karış dışarı çıkınca, avcıların da sırtı terden suya kesti. Artık pusan kuşları da kaldırmak kolay olmazdı. Bu durumda tası tarağı toplayıp güveç yapacak serin ve gölgelik bir yer aramalıydık. Öyle de yaptık. Bağlum’a yakın, etrafı kuşbakışı gören bir tepedeki ahlat ağacının gölgesine konakladık. Artık güveç hazırlığı için her avcı bir iş yapacaktı ve çok geçmeden gönüllü faaliyet başladı.
Avcı dayı enfes bir güveç yapmıştı, tadı damağımızda kaldı. Sohbet, muhabbet, takılmalar ve şakalaşmalar içinde sezonun ilk av günü sona erdi. Doğadan ayrılmak her ayrılık gibi hüzün verici… Esen yelin ıslıklarını dağlarda bırakıp kentin iflah olmaz trafik gerilimine geri dönmek, dile getirilmese de, bir avcı için işkenceden farksızdır.
Avcılar gündüz avda yaşadıklarının izdüşümünü gece rüyalarında görürlermiş, bakalım biz neler göreceğiz?
Gelecek yazıda Yunak anılarını paylaşmak üzere…
3 yorum
Mehmet Maden’in yazdığı BILDIRCINLAR UÇARKEN yazısı sürükleyici ve etkileyiciydi. Avcılığa antipatiyle yaklaştığım halde yazıyı zevkle okudum. Sevgiler, saygılarımla…
Aydın Alp’ın samimi yorumu ve ilgisi kayda değerdir. Yürekten teşekkürler
Bilimsel ve sosyolojik analizler içeriyor, doğrusu ilgimi çekti…