İsviçre’de Zürih, İtalya’da Udinese ve Napoli formalarıyla harika bir kariyere sahipti. İngiltere’de ise Leicester’ın yazdığı peri masalının bir parçası olmayı başardı.
İsviçre Millî Takımı’nın kaptanlık pazubandını da koluna taktı.
Süper Lig’deki ilk sezonunda Beşiktaş’ta şampiyonluk yaşadıktan sonra şimdi aynı mutluluğu Başakşehir’le tatmak istiyor.
Çocukluğundan gelen savaşçı kimliği onu pes etmeyen bir adam haline getirdi. Son hedefi ise İsviçre Millî Takımı’na geri dönüp Dünya Kupası’nda forma giyebilmek.
Usta oyuncu bir macera filmine benzeyen öyküsünü TamSaha’yla paylaştı.
Ligimizde oynayan kariyeri en yüksek oyunculardan biri olarak seni daha yakından tanımak istiyoruz. Öncelikle ailenden başlayalım. İsviçre’ye ne zaman, neden ve nereden gitmişler? Kaç kardeşsiziniz, annen, baban ne işle uğraşıyor?
Biz Tekirdağlıyız. İlk olarak babam iş aramak için İsviçre’ye gitmiş. Daha sonra annemi yanına almış. Sanırım 35 yıl kadar önce. Türkiye’de doğmuş bir ağabeyim var. Ben İsviçre’de doğdum, büyüdüm, orada okudum. Babam demirciydi. Annem de tekstil sektöründe çalışıyordu. Ben doğunca annem yavaş yavaş işi bırakıp ev kadını oldu. Ağabeyim 10 yaşından sonra İsviçre’ye geldi. Onun için farklı bir ortam oldu. Orada okula başladı. Şimdi de İsviçre’de çalışıyor.
Futbol yeteneğini ilk kim keşfetti ve yeşil sahanın içine ilk adımını atman nasıl oldu? Ailende senin dışında futbolla ilgilenen, futbolcu olan kimse var mı?
Babam bana çok emek verdi. Çok büyük bir futbol yeteneği varmış ancak babası ona sürekli, “Sen top oynamayı bırak, git tarlada koyunlarla ilgilen” diyormuş. O zamanlar köyde yaşıyormuş… Babam da tabiî ki top oynayamadığı için üzülüyormuş. Hatta bir şans da gelmiş kendisine. Bana söylemişti rahmetli babam… Beşiktaş denemek istemiş ama dedem engel olmuş, “Gidemezsin” demiş. Babam ağabeyimle beni futbolcu yapmak istedi. Ağabeyim 10 yaşına kadar Türkiye’de büyüdüğü için karakteri benden biraz farklı. Ben İsviçre’de büyürken ilk hatırladığım günden beri babam elime hep top verirdi. Her gün top oynadım. Boş zamanlarımın hepsini topla geçirdim. Sokakta üstümü başımı kirletirdim. Hatta eve sakatlanarak, her tarafım kesilmiş gelirdim. O zamandan savaşçıydım. Babamın sayesinde buralara geldim. O bana çok yardım etti. Her zaman daha iyi olmamı istedi. Bana her zaman pozitif de konuşmadı. Beni hep disiplin altına aldı. Geliştirdi beni… İdmanlardan sonra beraber idmanlar yaptık. Boş günümde şut çalışması yaptık. O da benim özel bir yeteneğim oldu. Sağ-sol istediğim yerden şut çekebilirim. Bütün bunları kariyerimin ilk günlerinden bu yana yaptığım ve halen sürdürdüğüm fiziksel ve şut çalışmalarıma borçluyum.
Baban ne zaman rahmetli oldu?
2007 yılıydı…
O zaman senin başarılarını bir nebze olsun görebildi değil mi?
Udinese’ye transfer oldum; yeni başlamıştım. O zaman vefat etti. Keşke yanımda olsaydı. Her şeyi görürdü. Bölgenin en iyi oyuncularının toplandığı Olten’de futbola başladım. Ondan sonra beni Basel aldı. Orada 1.5 sene kaldım ve profesyonel oldum. Basel’de birinci takıma gidemedim çünkü Şampiyonlar Ligi takımıydı. Murat Yakın, Jimenez, Rossi gibi önemli oyuncular vardı kadroda. Benim gibi genç oyuncular için çok zordu. Ben de kendime yer bakmalıydım. Birinci Lig’de FC Schaffhausen beni aldı. Bir ay geçmedi, o dönemdeki menajerlerim gelip, “Fenerbahçe’ye gitmek ister misin?” diye sordu. Küçükken babamla lokallere gider; Türkiye’deki maçları izlerdik. Herkes çok heyecanlı olurdu. Hedefim o zaman Türkiye’de oynamaktı. Ben de hem gururlandım hem de heyecanlandım. FC Schaffhausen’e, “Kusura bakmayın. Bana büyük bir şans geldi. Christoph Daum bizi denemek istiyor” dedim. Çok sevinmediler ama beni bıraktılar. Önder Çengel’le birlikte Fenerbahçe’de denendim. İkimiz de beğenildik. Daum bize, “İkinizi de almak istiyorum” dedi. 4 yıllık mukavele yaptık. İdmanlara çıktık, hazırlık maçları oynadık. Ancak sezon başlıyordu ama lisanslarımız hâlâ gelmemişti. Ağustos sonuna kadar vaktimiz vardı. Biz de, “Ne oluyor?” diye sorduk. “Merak etmeyin, lisans gelir. Son güne kadar uğraşacağız” dediler. Son gün geldiğinde yönetim bizi ve Daum’u çağırdı. Bizle görüşmelerinde “İyi işler yaptınız ama şu an kadroda yoksunuz. Ama kendinizi geliştirirseniz yine çağırırız. Şu an mukaveleleri feshediyoruz” dediler. Feshettik ve ikimiz de yolda kaldık. Yoldaydım ve futbolda ilk defa ağladım. Samandıra’nın önündeki otoparkta oturdum ve ağladım. Babamı aradım. Gelmek istedi. Koyu Fenerbahçeliydi… O da gelmek ve bu işi biraz kurcalamak istiyordu. Ben kendim halledeceğimi söyledim. İki Türk menajerim vardı; onlar yine geldi. “Kusura bakma. İşleri düzelteceğiz. İkinizi Galatasaray’a götürüyoruz” dediler. Samandıra’dan Florya’ya gittik. Bavullarla, taksiyle gittik. İki saat sürdü. Tesise geldik. PAF takıma bakan bir yönetici karşıladı bizi. İlk gün PAF’ın binasına girdik. Orada herkes beraber uyuyordu. Altyapıda Abdullah Avcı vardı. Beni hatırlıyor. Bizden Uğur, Ferhat, Arda Turan vardı. Çok iyi hatırlıyorum. Onların grubuna girebildik. PAF takıma bakan yönetici bize, “Sizin için yarın özel bir maç ayarladık. İyi hazırlanın. Teknik direktör Hagi gelip sizi izleyecek” dedi. Tabiî çok heyecanlandım. Yine motive oldum. Her şey süperdi… Akşam yemekten sonra Önder’le odadaydık. Birinci takımın binasına alınmıştık. Önder, “Ben yarın maça gelmiyorum. Ailemden birisi Beşiktaş’tan birisini tanıyor. Ben sabah erkenden Beşiktaş’a gidiyorum” dedi. Ben de, “Tamam gidebilirsin, senin kararın” dedim. Ben kendime bakıyorum sonuçta. Sabah kalktım, kahvaltımı yaptım, hazırlandım, motive oldum, kramponları elime aldım, binadan sahaya yürümeye başladım. O sırada benim menajerlerden birisi geldi. Kafası düşüktü. “Hayırdır” dedim. “Önder gitti diye Hagi seni de görmek istemiyor” dedi… Dondum kaldım. Yine yarı yolda kaldım. Kendimi gösteremedim. Sahaya bile adım atamadım.
Bu çok kötü olmuş…
Ben çok hazırdım oysa ki… Önder gitmiş Beşiktaş’a. Ben menajerlerime, “Sizden bir şey istemiyorum artık. Ben kendi işimi kendim halledeceğim” dedim. Bir arkadaşım vardı. Onun yanına gittim. Ona anlattım her şeyi… Çok üzgündüm. Türkiye’ye ilk defa gelmiştim. Oynamak istiyordum. 20-21 yaşındaydım. O kadar da genç sayılmazdım. Basel’de evden ayrılmıştım. O yüzden tecrübeli sayılırdım. Evine gittiğim arkadaşım Sergen Yalçın’ın kardeşi Gürsoy’u tanıyordu. Onunla muhabbet etmeye başladık. Durumumu anlattı ve Beşiktaş’ın beni denemesi için Sergen’den ricacı olmasını istedi. Bir-iki hafta sonra Sergen’in sayesinde beni PAF takıma çağırdılar. Özel bir maç ayarladılar. A takıma karşı oynayacaktık. Ben PAF’taydım, Önder Çengel A takımda. Önder de iyi oynadı, ben de kendimi gösterdim. Beni beğendiler ve “Tamam birinci takımla antrenmana çıkabilir” dediler. Motivasyonumu biraz kaybetmiştim. Ama orada yine motivasyon buldum ve iyi olmaya başladım. Bir-iki hafta oynadım. Sonra menajerlerim yine geldi ve beni Beşiktaş’a satmaya çalıştılar. Ama hiçbir şey olmadı. Bu arada Basel arayıp beni geri çağırdı. Basel’den ayrılalı 5-6 ay geçmişti ama hâlâ onların oyuncusu sayılıyordum. Ben de Basel’e geri döndüm. Yine kendimi motive ettim ve ritmimi buldum. Kış bitti ve 6 aylık Türkiye maceram da son buldu. Şimdi istiyorsan sorularını sorabilirsin.
Peki devam edeyim o zaman…
Ama bu hikâyemin devamı da var…
O zaman seni dinlemeye devam edelim.
Benim yola devam etmem gerekiyordu. Yeni bir menajerle anlaştım. İsviçreli İtalyan’dı… FC Aarau’nun teknik direktörünü tanıyordu. Denenmek için FC Aarau’yu tercih ettik. Denendik ve antrenör beni hemen istedi. 4 sene mukavele önerdi. İlk başta oynamıyordum ama iyi hazırlanmıştım. Sonra birden bir orta saha oyuncusu iki maç cezalı oldu. Bana şans geldi. Takım düşme potasındaydı. Bir haftada üç maçta üç gol attım. Takımı sağlam bir yere taşıdım. Medya da benim için, “Kim bu?” diye yazmaya başladı. Röportajlar yapıldı, tanınmaya başladım. Antrenör bu durumu çok beğenmedi. Göz önünde olmamı istemiyordu. Ligde kaldık. Yeni sezonda yine ben başladım. Birkaç maç kötü gitti ve antrenör beni kesti. “Senin daha büyümen lâzım. Çok hatan var” dedi ve beni U18 takımına gönderdi. Kendimden 2-3 yaş küçüklerle oynadım. Bu durum da benim için darbeydi. Ama yine bırakmadım. İdmanlarda kendimi gösterdim, gençlere yardım ettim. Yavaş yavaş birinci takıma geri geldim. Kışa doğru birkaç ay geçti. Kışa geldiğinde yedektim. Menajerimle bir karar vermemiz lazımdı. Ya duracak ya gidecektim. Antrenör de kovulmuştu. Yeni bir antrenör geldi. O da bir orta saha aldı. Benim için çok zordu. Menajerim beni Zürih’e vermek istediğini söyledi. Zürih de çok üst düzey bir kulüp. Şampiyonluğa oynuyor. Antrenör Lucien Favre’ydi. Tanırsınız. Onunla görüştü. Favre, “Oynamayan oyuncuyu nasıl alayım” dedi. Ama sonra Rumen oyuncu Mihai Tararache satıldı. Orada bir boşluk oluştu. Tabiî ki şansım arttı. Alındım Zürih’e… Kampa girdim. İyi hazırlandım. Kendimi geliştirdim. Favre bana her gün video izletti. Ne yapmam gerektiğini anlattı ve takıma nasıl gireceğimi gösterdi. İyi yaptığını düşünüyorum. İlk maçta oynayıp oynamayacağını bilmezsin. Ben biliyordum yedek olduğumu. Çünkü kadro kurulmuştu. Antrenör beni çağırdı. Basel’e karşı oynayacaktık. Nasıl hissettiğimi sordu ve bana forma verdiğini söyledi. Beni ilk 11’de sahaya çıkardı. Orta sahanın sağındaydım. Sağdan başladım ve yavaş yavaş göbeğe geldim. 1.5 sene oradaydım. Zürih 25 yıldır şampiyonluk kazanamıyordu. Ama benle beraber şampiyon oldular. Son maçta Basel’i yendik ve şampiyon olduk. Ertesi sezon hep orta sahada oynadım. Yine şampiyon olduk.
Tabiî ki bu sırada artık bir piyasan da oluşmuştu, seni isteyen takımlar da vardı.
Evet, İtalya’dan Udinese ve birkaç takım beni istiyordu. Udinese’yi seçtim. Alexis Sanchez, Handanoviç, Di Natale, Cuadrado, Zapata gibi çok iyi oyuncuları vardı. Hepsi büyük takımlarda oynuyor şimdi. Bunlarla oynadık ve Udinese’de iyi sezonlar yaşadık. Şampiyonlar Ligi eşiğine kadar geldik. Sonuçta Udinese küçük bir takım… Ondan sonra Napoli’ye transfer oldum. Müthişti her şey… Napoli’de ilk sezonum çok güzel geçti. Şampiyonlar Ligi’nde harika gidiyorduk. Manchester City’yi filan yendik. Napoli’de iyi seneler geçirdim. Udinese’de de öyle… 8 sene harikaydı. Sonra Napoli beni satmak istedi. Onların kararıydı tabiî ki… Benimle ilgilenen birkaç takım vardı. En çok para veren Leicester City’ydi. Antrenör Ranieri de beni istiyordu. Tabiî ki kararımı Leicester City’den yana kullandım.
İsviçre ve İtalya’dan sonra futbolun beşiği kabul edilen İngiltere nasıldı? Ayrıca bir peri masalını da yaşadın. Leicester City senin oynadığın zamanda muhteşem bir iş başardı ve Premier Lig şampiyonu oldu. O günleri nasıl anlatırsın?
Leicester City’de mantalite tamamen farklıydı. İdmanlar daha azdı. Ama herkes yüzde 100’ünü verdi. Kimse için, “Bu idmanda koşmuyor” diyemezdiniz. Herkes hak etti. Öyle bir ortam vardı. Biz takım olarak kazandık bu şampiyonluğu. Evet, ben fazla süre alamadım. Benim pozisyonumda N’Golo Kante ile Danny Drinkwater vardı. Onlar da patladı o anda… Benim için tabiî ki zordu. Takım da hep kazanıyordu. O sene sadece 3 kez yenildik. Benim açımdan çok zordu çünkü İsviçre Millî Takımı’ndaki yerimi yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştım. Leicester’daki altıncı ayımdan sonra takım değiştirebilirdim ama yapmadım. Ben öyle bir oyuncu değilim. Denerim, savaşırım. Karakterim hep savaşçıdır. Denedim ama olmadı. Az süre aldım. Yine de şampiyon olduk. Şimdi içerden fazla göremedim orada oynanan futbolu… Dışardan görebildim. Şöyle düşünün; 8 sene aralıksız oynamışsınız ve bir anda süre bulamıyorsunuz. Değişiyor her şey… Zor dönemlerden geçtim. Motivasyonum düştü. Ama ben hep ayakta kaldım. Şampiyonluğu hak ettim bence. Ben de hak ettim. Benim de payım var yüzde 100… Çünkü biz iyi olmasak takım da iyi olmazdı. Ben iyi olduğum için ilk 11’deki oyuncular iyi oldu. Onları sürekli zorladım. Bunu da anladım. İlk 11’den sonra yedek oyuncular çok önemli. Çünkü takımı formda tutuyorlar. Kimse bana bir şey söyleyemez bu konuda… Demedi de… Burada çok gururluyum… Çünkü şampiyonlukta payım var. Sezonun sonunda Ranieri ile konuştuk. Bana; “Gördün, her şey çok zordu. Ben ne yapayım” dedi. Bugün düşünüyorum; haklıydı… Bana takım arayabileceğimi söyledi. Ben de menajerime realist bir liste yaptım. İstediğim takımları belirttim.
89 kez A millî oldun yanılmıyorsam…
Evet doğru. Şaşırdım… Sanki top oynayamıyorum gibi geldi… Ben menajerime hep baskı yaptım. Takım bulmasını istedim. Mayıs’tan Temmuz’a kadar hiçbir şey yoktu. Kutularla evde bekliyordum… Çok zordu… Bekle, idmana git. Ama benim iç motivasyonum çok iyiydi. Kendimi çok iyi hazırladım. PAF takımla idmanlara çıkmaya başladım. PAF takımla çok sayıda maç oynadım. Manchester United’ın PAF takımıyla oynadık. Her maça gittim ve kendimi öyle hazırladım. Çünkü başka bir takıma gideceğimi biliyordum. Ama bir türlü takım çıkmıyordu. Hatalı ve bencil stratejilerinden dolayı menajerimle ayrıldım. 1.5 sene geçti. Artık kendi kararlarımı kendim veriyor ve güvendiğim insanlarla çalışıyorum. Başkanımız Fikret Orman’a eski menajerimden dolayı bir özür borcum vardı. Bunun için başkanımızla görüşme talep ettim. O da öyle güzel bir insan ki bunu kabul etti. Görüşmemiz esnasında başkanım bana geçmiş yıllarda beni takıma istediklerini fakat menajerimin buna sıcak bakmadığını söyledi. Bu da beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. “Evlat seni istiyoruz ama senin menajerinin çalışma tarzı bize uygun değil. Ama sen Beşiktaş’ta olmak istersen bizim çocuğumuzsun kapımız sana her zaman açık” dedi. Bu güzel davet beni düşündürmeden yıllardır hayal ettiğim takıma adım atmamı sağladı. Son gün uçakla sabah 05.00’te İstanbul’a geldim. Hemen sağlık kontrolünden geçtim. Leicester belgeleri yollamadı bir türlü. Strese girdim yine… Başka oyuncular transfer oldu, ben bir türlü olamadım. Akşam 19.30’da imza attım ve Beşiktaşlı oldum. İstediğim takıma gelmiştim. Küçüklüğümden hayal ettiğim takımdaydım. İyi başladım. Gaziantep’le hazırlık maçı vardı. Kimse beni görmemişti. İtalya’dan sonra Gökhan İnler 1 sene ne yapmıştı, kimse bilmiyordu. Ama Leicester’da PAF takımla iyi hazırlanmıştım. Mental ve fiziksel olarak iyiydim. Kendimi gösterdim hocalara ve oynadım sonra. Akhisar maçına kadar iyiydim. Maç esnasında Akhisarlı bir futbolcu ayağıma bastı ve serçe parmağım kırıldı. Sonra iğnelerle uğraştım. 1-2 ay sakatlık yaşadım. Zor bir dönemdi. Yine de görevimi yüzde 100 yaptım. Karar her zaman antrenörün. O karar veriyor ve ben de saygı duyuyorum. Sonuçta şampiyon olduk. Süperdi benim için. Beşiktaş’a geldim ve hayal ettiğim takımda şampiyonluk yaşadım. Beşiktaş’ta şampiyonluk yaşamak muhteşem bir duyguydu.
Peki, ayrılık neden geldi?
Başlangıçta forma şansı buluyordum ama sakatlanmamdan sonra bu durum değişti. Neden bilmiyorum, yedek kalmaya başladım. Söylediğim gibi oynamak, savaşçı ruhum benim bir parçam. Yedek kalmak beni çok üzüyordu. Bunu başkanımla paylaştım. Oynamak istediğimi ve yedekte kalmamın beni üzdüğünü söyledim. O da çok profesyonel bir şekilde bana ne yaparsam yapayım bundan rahatsızlık duymayacağını belirtti. Bu benim için bir babanın, bir abinin yapacağı bir tavsiyeydi. Takımımla aramda bir sorun yaratmadan fesih işlemlerini gerçekleştirdik. İtalya’dan Atalanta takımına gitmek üzereyken Başakşehir’den Mesut başkan sayesinde bir teklif geldi. Başakşehir’in projesi bize çok profesyonel geldi. Ben yıllardır Avrupa’da oynayan bir futbolcu olarak böyle büyük projeleri olan bir takımın Türkiye’de olmasına hem şaşırdım hem de gurur duydum. Türkiye’de böyle bir takıma gitmem ve hayallerimi gerçekleştirmem artık hayal olarak kalmayacaktı. Ben Başakşehir’in bu profesyonel çalışmasıyla kısa süre içerisinde Türkiye’de 1 numara olacağına gönülden inanıyorum.
Başakşehir’de birçok oyuncuyla röportaj yaptım. Hepsi senin anlattıklarını anlattı. Bu proje herkesi etkilemiş…
Evet, kesinlikle doğrudur. Abdullah Hoca ile sistem de gelişmiş. Her şey çok profesyonelce. Avrupa mantalitesini burada görebiliyorsun. Bence geçen sezondan daha iyi top oynuyoruz. Geçen sene daha kompakt bir futbol vardı, bu sezon daha açık oynuyoruz. Topa daha çok sahip oluyoruz. Bu müthiş… Bizim gibi kaliteli oyuncularla bu arttı. Bence daha da geliştirebiliriz Başakşehir’i. Takım olarak, kulüp olarak daha da büyüyebiliriz.
Başakşehir de Leicester gibi bir peri masalını gerçekleştirmeye çalışıyor. Sahip olduğu tesisler ve oyuncu kadrosu açısından baktığında Başakşehir’i Türk futbolu içinde nereye koyuyorsun? Şampiyonluk yarışındaki şansınızı ve rakiplerinizi nasıl değerlendiriyorsun?
Şampiyonluk kolay değil. Yani görüyorsun, bir maç yeniyorsun ama diğerinde yenilince hemen arkandaki takımlar geliyor. En önemlisi hatalardan ders almak ve pes etmemek. Sürekli çalışmak zorundayız. Hatalara bakmalıyız. Her şeyimizi ortaya koymamız gerekiyor. Peri masalını gerçekleştirmek Başakşehir için çok da zor değil. Hedefler koymak ve onlara inanmak gerekir. Biz buna inanıyoruz ve hayallerimize ulaşmak için çok çalışıyoruz.
Clichy bana, “Adebayor öyle bir çalışıyor ki hepimiz bakıyoruz ve ağzımız açık kalıyor. O bu kadar çalışıyorsa bizim çalışmama gibi bir lüksümüz yok” demişti.
Başakşehir de Adebayor’u öylesine almadı zaten… Düşünerek alıyorlar oyuncuları… Mantalitesi sağlam ve doğru çalışan oyuncuları tercih ediyorlar. Beni ya da Clichy’yi bir günde almadılar. Hepimizi iyice incelediler, özel yaşamlarımıza baktılar. Bence bu da doğru bir karar.
Abdullah Avcı, aynı kulüpte uzun yıllar çalışmayı başaran ve her sezon üzerine koyarak ilerleyen bir teknik adam. Sen geçmişte çalıştığın teknik adamlarla kıyasladığında Abdullah Hocayla ilgili neler söylersin? Avcı’nın en ayırt edici özellikleri neler?
Bence Abdullah Hoca çok iyi bir şey yapıyor. Antrenörler her sene değişirse takım bir yere varamaz. Büyük takımları yenmen gerekiyor. Bu kulüp de büyük olmaya başladı. Abdullah Hoca 2006’dan bu yana Millî Takım için verdiği ara dışında bu takımın başında… Onun da hedefleri var. Burada rahat çalışabiliyor. İngiltere’de mesela Wenger, Ferguson uzun yıllar çalıştı. Neden? Çünkü takımın başında kaldıkça daha iyi oldular. Bence o mantalite var burada… Bu ortam da tabiî ki başkanımız Göksel Gümüşdağ ve onun ekibi sayesinde oluşuyor. Antrenörü rahat bırakıyorlar. Ortam çok profesyonel. Burada her sene daha iyi şeyler yapılır. Hoca çok açık… Oyuncuların tümüyle görüşüyor; video izliyoruz. Birçok oyuncunun istediği her şey burada var zaten.
Bu kadar yıldız oyuncuyu bir arada tutmanın sebebi de bu zaten sanırım…
Tabiî ki… Biz hocaya yardım edebiliriz. Tecrübeli oyuncularla görüşüyor hoca sürekli. Öğrenmek istiyor. Nerelere gelebilir hepimiz göreceğiz. Avrupa’nın büyük takımlarını çalıştıracak kapasitesi var hocanın.
İsviçre’nin genç millî takımlarında oynadıktan sonra 2006 yılında Türkiye adına U21 formasını giyiyorsun. İskoçya’ya karşı bir defa oynadıktan sonra yeniden İsviçre’ye dönüyorsun. Bu noktada neler yaşadın? Neden A millî takım tercihinde Türkiye’yi değil İsviçre’yi seçtin?
Anlatayım… Zürih’te oynarken Türkiye’nin formasını giymeyi çok istedim ve çağrıldım da… Reha Kapsal Hoca çağırdı. Çok gururlandım. Türkiye için oynamayı çok istiyordum. Ben küçükken; Ümit Millî Takım’ı görebilmek için Sion’a kadar gitmiştim. 2.5 saat yolculuk yapmıştım onları izlemek için… Çok gururlanmıştım. O formayı giymeyi çok istiyordum. Çağrıldım ve emeğimin karşılığını almak istiyordum. İsviçre medyasına da “Türkiye için oynamak istiyorum” diye açıklama yaptım. Reha Hoca beni çağırdı. İskoçya maçında ikinci yarıda oyuna girdim. İlk defa forma giyen bir çocuk için bence performansım iyiydi. Bir daha oynamayı isterdim. Arkasından eleme maçları vardı ve o maçlarda oynasaydım iş bitmişti. Ama çağrılmadım bir daha. Önemli maçlara beni çağırmadılar.
Bir yandan da İsviçre çağırıyordu sanırım seni…
İsviçre, Türkiye’nin beni o önemli maçlara çağırmadığını duydu. Kobi Kuhn, A millî takımın hocasıydı ve Zürih’te yaşıyordu. Bir baktım bizim idmanımıza geldi. Benimle özel bir görüşme yaptı. “Biliyorum Türkiye seni çağırmadı. Ama ben sana şans vereceğim. Seni kazanmak istiyorum. Seni A millî takıma almak istiyorum” dedi. Çok şaşırdım. Müthişti. İçimden gururlandım. 2008 Avrupa Şampiyonası geliyordu ve İsviçre ev sahibi olduğu için orada olmak da garantiydi. Ben de kendisine düşüneceğimi söyledim. Düşündüm. İsviçre bana ne vermişti? Okulumu, futbolumu… Onlar bana ne verdiyse ben de onlara geri vermek istiyordum. Bugün evet Türkiye’de oynamak isterdim. Ama o zaman değer verilmedi bana. Ben de üzüldüm tabiî ki. Böyle büyük bir şans gelirse ben de onun değerini bilirim. “Evet” dedim. Alındım ve oynadım. 2008’de bir baktım kadrodayım. O günden beri de hep oynuyorum. Türkiye’ye karşı da oynadım. Kısmet işte görüyorsun…
İsviçre Millî Takımı’na baktığımızda çok sayıda göçmen oyuncunun forma giydiğini görüyoruz. Boşnaklar, Arnavutlar, Türkler, Latin Amerikalılar vs. Bu durum İsviçre’nin bilerek uyguladığı bir politika mı yoksa göçmen çocukları kendilerini futbolla daha iyi ifade etmek ve hayata tutunabilmek için mi bu yolu tercih ediyor?
Çok yabancı oyuncu var, evet. Ama onlar da benim gibi. Orada büyümüş ve her şeyi görmüş. İsviçre de değer verme işini çok iyi yapıyor. Küçük yaştan itibaren oyuncunun arkasında duruyorlar. Mesela U17 Dünya Şampiyonası olmuştu. Şimdi oradaki oyuncular A millîde oynuyor. İsviçre bu sistemi çok iyi oturtmuş.
EURO 2008’de Türkiye’ye karşı İsviçre Millî Takımı’nın formasını giymiştin. O maçta neler hissettiğini anlatır mısın?
Sahaya giriş tünelinde bekliyordum. Tuncay Şanlı ve Volkan Demirel’le daha önce idmana çıkmıştım. Selamlaştık. Ben çok heyecanlıydım. Otelde yatarken bile insanların “Türkiye” tezahüratlarını duyuyordum. Bu tüylerimi ürpertiyordu. Tünelde çok heyecanlıydım. Tünele girince çok iyi bir yağmur başladı. Görüyordum. Sesi geliyordu. Kendi kendime, “Gözlerimi kapatacağım, yağmur gelene kadar gözlerim kapalı duracak ve sahaya çıkacağım. Sahaya çıkınca da unutacağım her şeyi ve işimi yapacağım” dedim. Ve böyle de oldu. Yağmur yüzüme gelince gözlerimi açtım. Çok iyi bir maç oldu.
İsviçre’nin ardından İtalya ve İngiltere gibi iki büyük lig tecrübesi yaşamış bir oyuncu olarak Süper Lig’i nasıl değerlendiriyorsun? Böyle bir kıyaslamada buradaki futbolun kalitesini ve rekabeti nereye koyabiliriz?
Bence oldukça gelişti Türkiye. Bunu görüyorsun zaten. Çok iyi yabancılar geldi. Kalite arttı. Geçen sezon Beşiktaş, bu sezon biz… Takımlar çok iyi. Sistemli bir ortama girersen ayak uyduruyorsun. Türkiye de bu sistemli ortamı oturtmaya başladı. Kalitesi çok arttı. Her takım iyi oynayabilir yurt dışında. Böyle kalması lâzım uzun vadede.
Bağlantılı bir soru daha sorayım. Tüm Türkiye’yi geziyorsun ve statları görüyorsun. Ülkemiz, EURO 2024 adaylığı için Almanya ile çekişiyor. EURO 2008’e ev sahipliği yapmış İsviçre’de yaşamış bir oyuncu olarak bu adaylık yarışında şansımızı nasıl değerlendiriyorsun?
İnşallah EURO 2024’ü alırız. Bence stat anlamında çok iyi bir atılım var. Bu çok önemli. En önemlisi stat ve tesisler. Böyle tesisler yapılınca her şey iyi olur. Tabiî ki kazandıktan sonra her şey çok değişecek. Kazanırsan her şey yapılacak. Çok daha hızlı yapılacak. İsviçre’de de böyle olmuştu. Mesela Brezilya’da hiçbir şey yoktu ama hemen yaptılar.
Kariyerinin unutulmaz maçı ve unutulmaz golü hangisiydi?
Çok güzel gollerim var. Ama tabiî ki birincisi Napoli ile Chelsea’ye karşı oynadığımız maçtaydı. Didier Drogba gibi bir efsanenin olduğu bir takımla mücadele ettim. 2-0’dan 2-1 yaptım. Biz turu geçiyorduk; Chelsea’yi eliyorduk. Göğüsle alıp yarım voleyle vurdum. Orada bütün Napoli gururlandı. O benim için önemli bir goldü. Yenildik ama Chelsea o sene Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. O gol benim için güzel ve önemli.
Önder Çengel’le birlikte Fenerbahçe’ye geldiğin günden beri seni hep sıfır numara saçlarla gördük. Bunun sebebi nedir?
Beğeniyorum.
Uzatmayı düşündün mü?
Düşündüm ama saçlı halimi bilmiyorum ki (gülüyor). Güzel midir, değil midir bilemiyorum. 10 santim uzatıyordum bazen ama şekil almıyordu saçlarım. Seviyorum her hafta saçımı kesmeyi. Kendimi böyle hazır hissediyorum.
Kariyerinin bundan sonrası için ne planlıyorsun? Futbolu bıraktıktan sonra da futbolun içinde kalmayı düşünüyor musun?
Kısa hedefim Rusya’da düzenlenecek 2018 Dünya Kupası’nda forma giyebilmek. İnşallah oynadığım dakikalar göz önüne alınır ve hocam beni Rusya’ya çağırır. Çünkü bana şu an oynamadın diyemez. Artık düzenli olarak oynuyorum. Kısa hedefim kesinlikle İsviçre Millî Takımı ile Rusya’da olmak. Buna çok önem veriyorum. Bu beni çok motive ediyor. Bütün çalışmalarımı bu doğrultuda yapıyorum. Kendime güveniyorum. Artık çok tecrübeliyim. İsviçre Millî Takımı’nın kaptanlığını yapmış bir oyuncuyum. Neyin ne olduğunu iyi biliyorum. Tecrübemle takımıma faydam dokunacaktır. Buna da inancım tam. Rusya’da olmak için her şeyi yapacağım. Başakşehir ile iyi bir sezon geçirip Rusya’da yer almayı çok istiyorum. Büyük hedeflerime gelirsek… Futbolun içinde uzun süre kalmak istiyorum. Zihinsel ve fiziksel olarak gidebildiğim en uç noktalara kadar gitmek istiyorum. İnşallah hayırlısı olur.
Futbolu bıraktıktan sonrasını da soralım…
Futbolun içinde kalmak istiyorum. Gençlere yönelik bir şeyler yapmak istiyorum. Türkiye’de bir vakıf kurdum.
Ne vakfı?
İnler Soccer Academy… Şu anda tesis bakıyoruz. Türkiye’de 80 milyon insan var. Herkes, ‘Neden Avrupa’da ülkemizi temsil edecek iyi genç oyuncular yetiştiremiyoruz’ diye soruyor. Bence küçüklerde başlıyor iş. Benim kariyerimle, tecrübemle imkanı olmayan çocukları eğitmek istiyorum. Çünkü o kadar çok yetenekli çocuk var ki, onların hedefi hemen sönüyor. Yetenekli çocuklara bir şans vermek istiyorum. Vakfımızda çocuklarımızı en iyi şekilde eğitip onlara Avrupa yolunu açmak istiyorum. Bir bakmışsın nereden nereye… O yüzden iyi oyuncuları o kadar çabuk harcamamak lazım. Belki ilerleyen süreçte Avrupa’daki kulüplerle ortak projeler üretmeyi planlıyorum. Yetenekli gençlere Avrupa kulüplerinin yolunu açmak istiyorum.
Bu konuda araştırdığın takımlar var mı? Mesela herkes bu konuda Altınordu’yu konuşuyor.
Evet, Türkiye’de herkes Altınordu’yu konuşuyor. O çocuklar bir yere kadar geliyor. Ama sonrası ne olacak? Bu çok önemli. Mesela bir örnek vereyim. Sedat Şahin vardı Beşiktaş’ta… Şu anda 3. Lig’de forma giyiyor. Çok yetenekli bir çocuk ama birinci takıma giremiyor. Neden? Zor. Ben o hataları yapmak istemiyorum onlar adına. Onlara bir şans vermek istiyorum. Avrupa’da bir takıma gidebilirler. Mesela 14-15 yaşından sonra bir takıma girmek önemli. 4 sene gözaltında oluyorsunuz. İyiyseniz devam ediyorsunuz.
Ne zaman harekete geçeceksin peki?
1 senedir çalışıyoruz. Şu an tesis bakıyoruz. Proje sunacağız. Sponsorlarla görüşeceğiz. Herkes bekliyor şu an… İnşallah yardım edeceğim gençlere. Ama sonrasını ben de bilmiyorum. Antrenör mü olurum, kulüpte mi çalışırım bilmiyorum. Ama futbolun içinde kalmak isterim.
Birçok yerde yaşamış bir insan olarak İstanbul’da nasıl bir hayatın var?
Çok iyi, rahat bir hayatım var. Alıştım. Zaten tanıyordum. İstanbul’da her şeyi yapabilirsin. Her şey burada var. Ben futbolcuyum. İşimi seviyorum. İstanbul da büyük bir şehir. Herkes seni tanıyor. Bu özel bir şey. Her gün gözaltındasın. Özel hayatın, profesyonelliğin göz hapsinde. Ben genelde hep şehir dışında otururum. Hayatım boyunca bu böyleydi. Kendimi orada rahat hissederim. Ormanlara giderim. Çok severim yürümeyi…
Hobilerin neler peki?
Dediğim gibi yürümeyi çok seviyorum. Ormanda gezerim bol bol. Araba hobim var. Hastalık diyebilirim. Spor arabalara bayılıyorum. Arkadaşlarımla başka şeyler yapmayı da severim. Ayrıca köpekleri çok seviyorum. İki küçük Yorkshire Terrierre’im var. Bir tane de Alman kurdum var. Geçenlerde Beykoz’a gittim. Polonezköy tarafıydı. Orada bir rehabilitasyon merkezi vardı. Kimse çalışmıyordu ama. Kötü durumdaydı. Orada bir şeyler yapmak gerekir. Bir sürü köpek var ve hepsi aç ve bakıma muhtaç… Yetkililere buradan sesleniyorum. Bir şeyler yapılmalı… Sevgi verirsen köpekler bunu çok iyi anlıyor ve sana sadık kalıyor. Bu durum da çok özel. Bu rehabilitasyon merkezi için bir çalışma yapmak isterim. Bu konuda yetkililer bana destek verir ve benimle iletişime geçerlerse çok memnun olurum.