Yeniden Merhaba!
Bir önceki yazımın bitiş notuyla başlayayım:
“Gelecek yazıda yine Ankara’nın bir arka bahçesini yâd etmek isterdim. Fakat 25 Ağustos’ta av-yaban hayatı sezonu açılıyor. Sarı sıcaklarda anız tarlalarında olacağım. Göçmen kuşların kanadında yani…”
Buluşmaya hazırlık
Evet, o dem geldi. 27 Ekim Cumartesi günü sabahtan son hazırlıklarımı yaptım. Hava mis gibi, yani tam da kırda bayırda dolaşılacak bir gün… Öğleden sonra sıcak suların diyarı Haymana’ya doğru yola çıkacağım.
Neden mi?
İzmirli avcı dostum Saim Dursun ve arkadaşlarını karşılamak için…
Aracımla evden çıktım, radyoda sevdiğim şarkılar, çevre yolundan İncek çıkışına girdim ve kestirme köy yollarından Haymana’ya doğru yol almaya başladım. Yıllardır taşını toprağını çiğnediğim irili ufaklı tepeler, ufka dayanan bozkırın kızıla çalan görüntüsü…
Radyoda çalınan şarkılar köy yollarında geçen kısa yolculuğuma ahenk katarken Oyaca’dan ana yola çıktım. Sonrasında çok sürmedi Haymana’ya varışım. Navigasyon sayesinde ilçe merkezine girmeden varacağım noktaya gittim.
Sonkale Termal Otel’in kapısındayım. Üç gece kalacağım burada. İzmirli dostlar her sezon geldiklerinde bu otelde kalıyorlarmış, ben de bu alışkanlığı bozmak istemediğim için önceden tek kişilik bir oda ayırtmıştım kendime.
Odam fena değil, an azından ücreti oranında güzel bir mekân. Yan pencereden kısıtlı da olsa güneydeki tepelerin sonbahar yalnızlığını görebiliyorum. Manzarayı izlerken hüzünlü mısralar geliyor aklıma, bu mısraları not defterime aktarmak gelmiyor içimden, onları sonsuza dek kendime saklıyorum.
Karşı tepelerin eteğine bembeyaz profili ve ihtişamıyla yapılmış olan Doktorun Oteli sonbahar yalnızlığı içinde yere inmiş beyaz bir bulut gibi görünüyor. Odamın konumundan çok termal olanaklar beni ilgilendiriyor. Kaplıca suyunun fazla sıcak olmadığını ve soğuk su katılmamış olduğunu biliyorum. Av günlerinin sonrasında yorgunluğumuza iyi gelecek… Doğrusu ben yorgunluğu falan beklemeyeceğim, birazdan bodrum katında bulunan özel kabinlerden birine atacağım kendimi. Oldum olası sauna ve kaplıcayı severim. Bu av programı benim için hem ziyaret hem ticaret misali olacak.
Arkadaşlar İzmir’den akşam yola çıkacak, sabaha karşı burada olacaklar. Aslında merada da buluşabilirdik, fakat sabahın alacasında ters bir yola sapmam durumunda av günümüz berbat olabilir. Bu yüzden işi sağlama bağlamak için otelde buluşmayı tercih ediyoruz.
Bir avcı sabah ava gidecekse, akşam fazla çay-kahve içmemeli, alkol almamalı ve erken yatmalı. Bütün bunları bildiğim halde kaplıca suyunun vücuduma verdiği rahatlıkla önce sıcak çayımı, ardından kahvemi içmeye başladım. Bu keyifli dakikalar arasında telefon çaldı, Saim’di arayan:
“Hocam, Uşak’ı geçtik, sabah dört gibi Haymana’da oluruz.”
“İyi, ağır seyredin. Saat beşte tam teçhizat hazır olurum, iyi yolculuklar!”
“Sağol, Hocam, sana iyi geceler, sabah görüşürüz.
Sabah bir av programı varsa, avcı erkenden yatağa girse bile uyku ile barışık olmaz, ama hayal dünyası hızlı çalışır, henüz başlamayan av gününü kendi yarattığı senaryo içinde yaşar, uyku hak getire, yatakta dönüp durur, şanslıysa bir iki saat uyur, saatin alarmı gerçek zamanı hatırlatmak üzere tın tın ötene kadar…
Birinci Gün
Olası aksilikleri bertaraf etmek için alarmı buluşma saatinden erkene kurmuştum. Alarm bana saat dört gibi, günaydın, dedi. Üç saat kadar uyumuştum. Sıcak yatağımdan sıyrıldım, beş dakika kadar egzersiz yapıp vücudumu ısıttım. Sonra bir çırpıda av çantamı ve tüfeğimi hazırladım. Pencereyi açıp birkaç kez gecenin serinliğini içime çektim, karanlığını öptüm. Elektrikli cezvemdeki su kaynamıştı, bir parça bitter çikolata ile kahvemi içmeye başladım.
Ve beklenen telefon:
“Hocam, günaydın, otelin önündeyiz!”
“Günaydın, hoş geldiniz, hemen iniyorum.”
Tam techizat dışarı çıktım. Gecenin sabaha karşı artan serinliği yüzümü yaladı. Etraf sessizlik içinde… Bazı pencerelerde ışık var, yakındaki bir fırından yayılan sıcak ekmek kokusu insanı mest ediyor…
Arkadaşların yanına vardım. Selamlaştık. Sürücüler araçta uyuyor. Araziye çıkmak için henüz çok erken, ama sabahı burada beklemektense avlak yerinde beklemek daha iyi olacak.
Sürücüleri uyandırdık. Tam takım bir aradayız. Saim, Özkan, Birol, Raif. Musa, Nazım ve ben… İki araçla avlağa gitmek üzere köy yollarına düştük. Navigasyonun sinyal alması harika. Yollar dar ve kıvrımlı, köyler “mahalle”ye dönüştüğünden bu yana yolların çoğu asfalt. Yine de köye, mahalle, demeye henüz alışmadık.
Avlakta yol şaşırmak, çok bilen avcıların değişmez kaderidir, biz de çok bilen olarak yarım saat gecikmeyle vardık avlağın kıyısına. Gecenin son demleri, etraf usul usul ışıyor, görüntüler tek tek ortaya çıkıyor. Alevlerin dansında ön kahvaltı yapmak için çabucak bir kamp ateşi yaktık.
Bu tür kahvaltılar asla unutulmaz, biz de unutmayacağız.
Avcı kolu düzeninde avlağa yayılmadan önce, günün ilk sıcaklığı toprağa değsin istedik. Köpekler ise sabırsız, ne oturuyorsunuz, der gibiydiler.
Avlanma şansımı azaltsa da yaşım ve kondisyonum gereği derinlere düşmeden sete yakın bir alanı tutmayı tercih ettim. Grup genç ve heyecanlı, biraz hızlı gidiyorlar ama, keklik avında uçkun veren kuş dinlenmeden üstüne varmanın yararı var. Tavşan avında ise bu hız tam bir dezavantaj, tavşan hızlı giden avcının ardından “Anca gidersin be dayı,” diye içgüdüsel bir rahatlama hisseder.
Avlak birbirini izleyen derin yarlarla devam ediyor. Ağır tempoda ve heyecan içinde yürüyoruz, zamana asılı kalıyor heyecanımız, tek kanat sesi yok, heyecanla hayal kırıklığı yarışıyor gibi… Sonunda Özkan ve Raif kardeşler bu sessizliği bozuyor, tüfek sesleri yarların derinliğine çarpıp geri dönüyor, böylece umut ve heyecan öne çıkıyor.
Derin yarların sonu gelince geri dönerek bu kez güney yakasını tarıyoruz. Anızların içinde çillerle kınalılar birbirine karışmış, pozisyon bulan arkadaşlar tetiklere dokunuyorlar, çoğunlukla karavana…
Gruptan biraz koparak anız tarlasının otlu bir köşesini taradığımda dört kınalı kalkıyor önümden, ikisini indirecek bir pozisyon, ama iki atışım da karavana… Anlaşılan tüfeğin üstüne yatıp nişan alacağıma, arpacığın üstünden kekliklerin uçuşunu izliyorum. Böyle olunca karavana atış kaçınılmaz.
Olsun canım, seneye de lazım.
Yemek vakti…
Bir özün kenarına iniyoruz. Ankaralı bir grup avcıyla karşılaşıyoruz. Kamp ateşlerini yakmış, aşlarını ocağa koymuşlar. Bizim grubun ateş yakmaya niyeti yok, aklıma Ankaralı avcı dostum, namı diğer Avcı Dayı’nın sözleri geliyor:
“Avcı dediğin ateş yakar, ocağı yakar, rakı içer, sohbet eder.”
Bizimkiler piknik tüpünü yakıp sucukları saca yerleştiriyorlar. Yer sofrası kuruluyor, ev yapımı şaraplar ortaya konuyor.
Sanırım hiçbir yemek kır yemeğinin yerini tutmaz.
İkinci Gün
Saat beş gibi keyifle uyanıyoruz. Zira kaplıca havuzunda önceki günün yorgunluğunu atıp sonrasında deliksiz bir uyku çekmişiz. Çabucak hazırlanıp dışarı atıyoruz kendimizi. Gecenin serinliği yüzümüzü yalayıp geçiyor. Akşamdan plan yaptığımız için hiç duraksamadan yine köy yollarına sürüyoruz araçlarımızı. Motorun vınlayan sesi ve karanlığı bölen far ışığı, başka bir şey yok. Görüntüler gecede saklı.
Avlağa vardığımızda etraf yavaş yavaş ışıyor. Dağlar, tepeler, vadiler, ovalar; el ele tutuşmuş gibi duran sınırdaş tarlalar, seyrek de olsa, biz de varız, der gibi çevreyi süsleyen ağaçlar tek tek ortaya çıkmaya başlıyor. Doğa ve dünya yeni bir günle bize, merhaba, diyor.
Karşı tepelerde gün ilk gülüşünü dağlara serdiğinde kahvaltı faslı bitmişti. Ardından tüfeklerin mekanizma sesleri birbirine karıştı. Hazırlık tamam.
Rasgele arkadaşlar
Rasgele, rasgele…
Avcı kolunda meraya yayıldık. Heyecan dorukta.
Çok geçmeden bir kınalı alayı bizi karşılıyor, vadide yankılanan silah sesleri… Atışlar iyi, dünkü gibi karavana yok.
Araçlara geri dönüşte bu kez çiller karşılıyor bizi, barut kokusu rüzgâra karışıyor. Atışlar iyi, o güne kadar hiç keklik sıkmamış bir köpek ise ilk deneyiminin coşkusunu yaşıyor.
Sürdürülebilir bir avcılık için eğitim almış olan avcının gönlü çabuk doyar. Aslında düzenli avlanma yaban hayatını bitirmez, bir hasat gibidir, yaban hayatını bitiren asıl etken barınma alanlarının sürekli işgal edilmesi… Betonlaşma, düzensiz yapılaşma, gereksiz yazlıklar, maden ocakları, kurutulan göller, hazine arazisine konmak için dağı taşı traktörle sürerek çevrenin fauna ve florasını bozan, üstelik buralara ilaçlı buğday atarak özellikle kuşların kitleler halinde ölmesine neden olan bilinçsiz ırgatlar barınma alanlarının canına okuyor. Bu gidişle ülkemizde ne yaban hayatı kalacak, ne avcılık, ne de av hayvanı…
Hoş karşılanmasa da avcılık sonunda bir yakalama veya öldürme işi. Ne var ki bir avcının dünyasını duygusal bir yaklaşımla anlamak zor. Avcılık sonradan ortaya çıkan bir hobi değil, insanlığın bir gerçeği. Avcılık olmasaydı insanoğlu kendi türünü bugünlere getiremezdi. O günden bu yana bu geni taşıyanlar, bu tutkuyu bir yaşam biçimi olarak sürdürüyorlar, yaban hayatı var oldukça da sürdürecekler.
Kabul etsek de etmesek de, gerçek bu. Zira duygularımızla yarattığımız gerçekle, asıl gerçek daima farklıdır.
Neyse, bu kadar ‘hocalık’ yeter.
Böylece ikinci günü de noktalıyoruz. Avcı dostlar İzmir’e dönecekler. Haymana girişinde ayrılıyoruz. Her ayrılığın buruk bir tadı vardır. Bu tat hatırlamanın ve hatırlanmanın ilacı gibidir. Seneye buluşmak için sözleşiyoruz. İçimdeki tek kişilik kalabalığı kaplıcanın sıcak sularına yatırmak için, otelime dönüyorum.
Gelecek yazıda buluşmak üzere…