Merhaba Herkese!
‘Gelecek yazıda Yunak anılarını paylaşmak üzere,’ diyerek bitirmişim geçen yazımı. Evet, Yunak anıları hâlâ sıcak, neler olup bitti, neler yaşadık, neler hissettik, birlikte yeniden yaşayalım.
Daha önce yaşadığınız bir yere yıllar sonra tekrar uğradığınızda, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir, o yaşanmışlığın izdüşümleri zihninizde bütün canlılığıyla dursa da; renkler, kokular, siluetler, yapılar hatta duygular değişmiştir. Anlık gerçekle eski yaşanmışlık arasında bir yerdesiniz. Hayatın kısalığı ile zamanın ölümsüzlüğü arasında kalan özel bir yer… Sizleri bilmem ama bu durumun yarattığı hüzün, farkındalığıma her zaman ışık tutmuştur.
Aracımla Yunak’a girdiğimde bu düşünceler hızla akıp geçti zihnimden. Yaşamın tat damlaları aktı içime. Önümde Yunak’ın merkezine bir mızrak gibi uzanan asfalt yol… Yunak sade görüntüsüyle karşımda… Bayat Kolu’nun eteklerine başını yaslamış irili ufaklı evler… Sol yanımda gerçekten kurşun renginde Kurşunlu tepesi… Sağ yanımda Kızılçal… Çeyrek asır önce ayak izlerimin ıslak imzam gibi kalmasını dileyerek bırakıp gitmişim bu yerleri… Bu duygu dalgası içimi ısıtırken yıllar önce çalıştığım lisenin bulunduğu kavşağa geliyorum. Aracımı sağa çekip uzun, dikdörtgen binaya bakakalıyorum, adı değişmiş, Çok Programlı Lise olmuş. Anılara samimi bir arzu ile yaklaşmak istesem de zihnimde akan her şeye dürbünle bakar gibi oluyorum. Yolcu yolunda gerek, ilk durak 500m sağdaki Grand Birlik Oteli, benim zamanımda yoktu, şimdi iyi ki var.
Oteldeki odamdan avcı dostum Yusuf’a geldiğimi bildiriyorum. Yusuf otelde kalmamı kabullenmiyor.
– Otele ne gerek vardı, Hocam?
– İnan bana böyle daha rahat ediyorum.
– Peki, sen bilirsin.
– Hangi avlağa gideceğiz?
– Meşeliğin arka yamaçlarına, hem göç yoluna uygun hem de kuzey rüzgârı esecek gibi… Anızlar kuşun barınmasına ve pusmasına uygun, kuzey rüzgârını ardına alıp göçen kuşlar buradaki tepelerde illa ki mola verirler…
Şakaya vuruyorum:
– Kuşlarla anlaştın mı yoksa?
Gülüyor:
– Yıllardır kankayız kuşlarla, bırak da olsun o kadar. Neyse, Hoca, uzatma gayrı, çık gel, güveç ve köz çayı seni bekliyor. Bak hele, iki enik hediye geldi bize, gündüz gözüyle onları da görürsün.
Sabah ava gidilecekse erkenden yatmak gerekir. Yusuf’un evinde geçen ziyafet ve sohbetten sonra erkenden yatmak üzere otelime döndüm, ama ne fayda, uyku tutmadı gözümü, anılar baskın geldi, anıların peşinden koştum durdum, baktım olmayacak, açtım televizyonu bir Yaban TV’yi, bir AV TV’yi izlemeye başladım. İki kanal da av-yaban hayatının toplum sosyolojisine doğru parametrelerle oturması için çaba harcıyor, ancak sahadaki av çekimleri, içerik ve teknik olarak zayıf… Örneğin toplum için hayırlı bir iş yapılmış gibi avlanan türlerin inşallah-maşallahla sergilenmesi doğru değil. Daha yumuşak ve esnek görüntüler izleyiciye sunulabilir. Sohbet ve tartışma programları ise av-yaban hayatının reel gerçeğinin yanısıra, av-yaban hayatının tarihi süreç içindeki sosyolojik derinliğine de el atmalılar. Buradan yola çıkarak çevre bilinciyle av-yaban hayatının ilişkisi ortaya konulabilir. Yoksa tüfek, fişek ve diğer av malzemelerinin tanıtımı sadece işin reklam yönüdür.
Düzensiz yapılaşma tarım alanlarını, avlakları ve meraları hızla yok ediyor. Ekonomik gelişmede inşaat kadar tarıma da ağırlık vermezsek, gelecek kuşaklar yurtdışında avlanmak zorunda kalacaklar.
1990’larda HBB’de Bülent Eşkinat’la av-yaban hayatı üstüne bir süre düzenli programlar yaptık, kurumsal nedenlerle devamı gelmedi. Bir keresinde Beypazarı-Adaören’deki avda birlikteydik. İşletmeci-avcı Aydın Kalay da vardı. Adaören’deki vadide yemek saatleri boyunca yapacağımız programların içeriği ve niteliği üstüne konuşmuştuk, güzel günlerdi.
Kurtla köpeğin ayırt edilemediği sabah alacasında iki araçla dağ yollarını aşıyoruz. Gecenin karanlığı gitgide sabahın kurşuni rengine dönüşüyor. Bozkırda irili ufaklı tepeler… Kılavuzumuz Yusuf’un bulunduğu araç arayı açıp gözden kayboluyor. Çok geçmeden yol ikiye ayrılıyor. Ali Hoca’ya bakıyorum, hangi yöne gideceğiz, diye. Sağa giden yolu tercih ediyoruz. Avlaktayız, görünürde kimseler yok. Sola gitmemiz gerektiğini anlıyoruz ama dönüş için artık çok geç. Aksilik ya, telefonlar da kapsama alanı dışında. Tam da telsize ihtiyaç duyulacak bir zaman… Servet bu duruma içerleyip duruyor, haklı da, ama yapılacak bir şey yok.
Doğudaki tepeler kızıla boyanıyor ansızın, gün ağarmak üzere. Diğer grup olsa olsa avlağın güneyindedir diyerek güneye doğru avcı kolu halinde avı başlatıyoruz. Karşılıklı duyulacak olan tüfek seslerinin birleşmemize kılavuz olacağını umuyoruz.
Anızları hışırdatan ayak sesleriyle birlikte bıldırcınlar pustukları yerden havalanıyor.
– Fırrrrrr!
Tüfekler art arda patlıyor. Barut kokusu karışıyor anızlardaki sap kokusuna… Atışlarda karavana çok, köpekler ise diğer grupta, adrenaline limon sıkılmış gibi… Bıldırcınlar iyice yağlanmış… Vurulanlar vurulacak, kalanlar ise Akdeniz üzerinden Afrika’ya kanat çırpacak… Göçmenlik, hayatın bir döngüsü, bu döngü biz insanlar dahil bütün canlılar için…
Meranın güneyindeki derinliklerden patır patır tüfek sesleri geliyor. Diğer grubun bize yaklaştığını anlıyoruz. Yanımıza ilk ulaşan köpekler oluyor, ardından Yusuf’u ve oğulları Cihan’ı, Selçuk’u, Cemal’i görüyoruz.
Biraraya gelince kısa süren bir eleştiri anını tatlıya bağlayıp termosta daha bir demlenen çayımızı yudumlayarak peynirli börekleri mideye indiriyoruz. Av heyecanı da olsa tok karınla yürümek olmaz, bir saatlik bir dinlenmeden sonra yeniden kol halinde meraya yayılıyoruz. Avcı kolu halinde daha geniş bir araziyi tarayınca otların arasında pusan bıldırcınlar tek tek havalanmaya başlıyor. Mısır patlar gibi silah sesleri birbirine karışıyor. Her avcının silah atıp kurtlarını döktüğü bir av neşeli olur ve karavana atanlara takılmadan olmaz:
– Nereye gitti o bıldırcın?
– Nereye gidecek, muhtara şikâyete gitti.
– Ha ha ha, Ha-ah!
Gün yolunu yarıladı, herkes yorgun, sıcaklık anız sarısına çökünce bıldırcınlar çiğnesen bile kalkmaz. Limitleri doldurmasak da bir güvece yetecek kadar bıldırcın var. Av bahane doğada olmak şahane!
Yusuf:
– Tüfekleri boşaltın, arkadaşlar, size kendi ellerimle yapacağım güveci hayal edin.
Bir av günü bu hayalle bitiyor. Gelecek yazıda bir av da mı oluruz, bir gezide mi, bir tırmanışta mı, bir araştırmada mı, bilmiyorum, ne gelirse bahtına, zira hayatın hesabının üstüne hesap olmaz…